İnsanlık; tarihi boyunca salgın hastalıklarla boğuşmuş, zaman zaman kentlerini hatta kültürlerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. 2020 yılını geride bıraktığımız bugünlerde dünyanın gündemini bir başka salgın hastalık olan Covid-19 oluştursa da, uzmanlar diğer hastalıkların da göz ardı edilmemesi gerektiğini belirtiyor. Bu kapsamda da ülkemizde, her yıl Ocak ayının ilk haftası Verem Eğitimi ve Propaganda Haftası olarak kabul ediliyor ve bu haftada verem (tüberküloz) hastalığı konusunda toplumun bilgilendirilmesi amacıyla çeşitli etkinlikler, toplantılar ve çalışmalar yürütülüyor.

Verem Eğitimi ve Propaganda Haftası kapsamında, hem geçmişten günümüze salgın hastalıkları hem de COVİD-19’un geleceği ile ilgili olarak Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Temel Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı, Tıbbi Mikrobiyoloji ABD Öğretim Üyesi ve Araştırma Laboratuvarları Merkezi Antikor Üretim Birimi Sorumlusu Prof. Dr. Aynur Karadenizli ile bir röportaj gerçekleştirdik.

Aynur Hocam ilk olarak salgın hastalıkların tarihçesi ile başlayalım. İnsanlık tarihine baktığımızda salgın hastalıklar ne kadar geçmişe gidiyor?
Salgın hastalıkların binlerce yıl öncesinden bu yana bizimle olduğunu söyleyebiliriz. Birçok medeniyet salgın hastalıklara maruz kalmış, büyük kayıplar yaşamış hatta bazı medeniyetler salgın hastalıklar nedeniyle yok olmuştur. Özellikle yerleşik yaşama geçilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte hayvanlarla temaslarda bir artış sağlanmaya başlıyor. Bu da mikroorganizmaların canlılar arası hastalık bulaşında artışlar yaşanmasını sağlıyor. Elimizdeki kaynaklara göre örneğin tüberküloz, yaklaşık 5000 yıl öncesine kadar saptanabilmiş durumda. Mısır piramitlerinde yapılan DNA testlerinde tüberküloz bakterisinin DNA’sına rastlanmıştır.

Tarihten günümüze hangi salgın hastalıklara maruz kalmışız?
İnsanlarda hastalık oluşturan mikropları; bakteriler, virüsler, mantarlar, parazitler gibi gruplandırılabiliriz. Bu yıl Covid-19 pandemisinden dolayı virüs kelimesini çok duyduk ama genel olarak bakteriler; insanların karşılaşmış olduğu, yüzyıllar boyu devam eden büyük salgınlara neden olmuştur. İlk olarak bakterilerden bahsetmek gerekirse, bunların içerisinde verem hastalığı etkeni ilk sırada, kolera etkeni ikinci, kara ölüm dediğimiz vebayı da üçüncü sıraya koyabiliriz. Bunun dışında bakteri kaynaklı olarak lepra hastalığı sayılabilir. Sivrisineklerle bulaşan sıtma (malarya) diğer pandemi nedenlerine örnek verilebilir.

Toplumda bir dönem “İnce Hastalık” olarak da bilinen, pek çok Türk filmine ilham kaynağı olmuş, çok sayıda insanın yaşamına mal olmuş, bugün hala hayatımızda olsa da tedavisi olan ve sonu ölümle sonuçlanmayan bir konuma geldi verem hastalığı. Biraz da verem hastalığının geçmişinden bahsedebilir miyiz?
Yaşının 300 milyon olduğu bilinen latince adı Mycobacterium tuberculosis, doğada; toprakta, sularda, çevrede, petrol atıklarında bol miktarda bulunmaktadır. Milattan bin yıl önce yaşamış olan rahip Nesperehan’ın mumyasında Pott (kemik veremi) hastalığına bağlı omurgada değişiklikler tespit edilmiştir. 18. ve 19. yüzyılda verem, Avrupa’nın baş katili haline gelmiştir. Sanayi devrimi sırasında fabrikalarda çalışan göçmenler çoğu genç yaşta, veremden ölmüşlerdir. 1800’lerde Avrupalıların %70’i veremli olup sadece 1/7’si ölmüştür ve ölenlerin çoğu da göçmenler, sanayi işçileri veya evsizlerdir. Ülkemizde ise Osmanlı Devleti’nden önce verem ile ilgili verilere ulaşmak çok zordur.

Prof. Dr. Karadenizli, “Pandeminin Asıl İlacı Aşılamadır”
4 Ocak 2021
Kocaeli Üniversitesi
basın ve halkla ilişkiler
iletişim
bilgi edinme birimi
fotoğraf
grafik/tasarım
halkla ilişkiler ve tanıtım
E-GAZETE
Haber Merkezi
Verem ile mücadelede geçmişten günümüze ne tür çalışmalar yapıldı ve bugünkü durumu nedir?
Verem bakterisini, hastalık etkeni basili Robert Koch ilk kez EZN boyası ile boyayarak göstermiştir. Tabi verem denilince akla gelen bir aşı olan BCG aşısı da, Bakteriyolog Leon Charles Albert Calmette ve Veteriner Jean Marie Camille Guerin isimli iki Fransız bilim insanı tarafından üretilmiştir. Ülkemizde ise 1839 yılında yayınlanan Tanzimat Fermanı’ndan sonra halk sağlığı sorunları ile ilgilenilmeye başlanmıştır. Babası ve dedesi veremden ölen II. Abdülhamid döneminde tüberküloz ile ilgili çeşitli girişimlerde bulunmuş, Koch’un çalışmaları yakından takip edilmiş, tüberkülin üretimi ve uygulaması Osmanlı’da da yapılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra veremle mücadelede planlama dönemi başlamıştır. Verem Savaş Dispanserleri ülkemizin tüm bölgelerinde ve büyük illerinde hastalığı yerinde takip eden kurumlar olmuştur. Hastaların tanısı ve tedavisi ile ilgilenilmiş. BCG aşılaması büyük titizlikle gerçekleştirilmiştir. Kliniğe yatması gereken hastalar için birçok ilde sanatoryumlar yapılmıştır. Yakından takip edilen bu hastalıkla zamanla büyük başarı elde edilmiştir ve hastalığın insidansı günümüzde 100.000’de 14,6’ya kadar düşmüştür.

Her ne kadar görülme oranı düşmüş olsa da, yok olmadığı bir gerçek. Görülme oranının düşmesi karşılaşmayacağımız anlamına da gelmiyor. Peki Hocam verem nasıl bir hastalık? Nasıl belirti gösterir?
Verem hastalığı, sinsi bir hastalık, etken bakteri uzun bir süre vücutta kalabiliyor, hemen kendini göstermeyebiliyor. Zamanla kişinin zayıf düşmesi sonucunda aktif hale geliyor ve hastalık kendini gösteriyor. Solunum yoluyla bulaşıyor, kanlı balgam, zayıflama, gece terlemeleri, öksürük gibi belirtileri bulunuyor. Hastalık sinsi seyrettiği için tanısı da zor konuyor. Bununla birlikte tedavisi de uzun sürüyor. Tabii ki verem bir salgın hastalık olduğu için, hastaların baştan tespiti önem taşımaktadır. Bu da gerekli önlemlerin alınması, sağlık sisteminde bu hastaların atlanmaması ile olmaktadır.

Salgın hastalıklardan bahsederken, günümüzde neredeyse tüm gündemimizi oluşturan Covid-19’a gelmek istiyorum. Bize biraz da Covid-19’dan bahsedebilir misiniz?
Virüslere bağlı dünya genelinde salgınlar denince ilk olarak influenza ya da grip virüslerinden bahsetmemiz gerekiyor. Tarihe baktığımızda yine çok sayıda influenza (grip) pandemileri görmekteyiz. Örneğin 1889 yılında Rusya’da ortaya çıkan grip pandemisi, 1. Dünya Savaşı yıllarından görülen İspanyol Gribi, 1957’de Asya, 1968’de Hong Kong gripleri ya da günümüze daha yakın olan Kuş Gribi, Domuz Gribi influenza pandemileri arasındadır. Şu an hayatımızda olan ve tüm dünyayı etkisi altına alan SARS CoV-2 ya da bilinen adıyla Covid-19, Corona virüsler ailesinin bir üyesidir. Bu ailenin üyeleri arasında, kışın hafif hastalıkla geçirilen virüsler var. Öte yandan 2002-2003 yıllarında ortaya çıkan ilk SARS CoV-1 virüsü, yine deve kaynaklı olduğu bilinen Ortadoğu’da ortaya çıkan MERS adıyla anılan virüsler de aynı ailedendir. Corona virüs ailesi aslında bilinen bir ailedir. Fakat biz bugün SARS CoV-1’in genetik yapısına %60-%70 benzeyen farklı bir virüsle karşılaştık. Bu yüzden de adına SARS CoV-2 denildi. Bu virüsün konağının yarasalar ya da pangolinler olduğu söylense de %100 konağın ne olduğu halen bilinmemektedir. Bulaşıcılık oranı da kolay ve yüksek olduğu için tüm dünyaya yayılım göstermiş oldu. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 230 ülkede tanımlandığı, bir pandemi olduğu ve insan sağlığı için ciddi bir tehdit konumunda olduğu açıklandı.

Bir gün diğer salgın hastalıklar gibi Covid-19’u da atlatabilecek miyiz? Covid-19’u yenmek için neler yapmalıyız?
2020 yılı Mart ayından itibaren ülkemizde de Covid-19 vakaları görülmeye başlandı. Ülke olarak baktığımızda pandemiye karşı tüm sağlık çalışanlarıyla çok iyi mücadele verdiğimiz bir gerçek. Mart ayında alınan önlemler ile birlikte çok ciddi sorunlar yaşamadan ilk pik dediğimiz bölümü atlattık. Sonbahar ile birlikte tüm dünyada da etkili olan ikinci pik çok daha ciddi gelişti. Sağlık sistemimizin yükü bir kez daha artmış oldu. Sağlık çalışanlarımız ilk günden bu yana zaten büyük bir özveriyle çalışıyorlardı. Tabii ki bu zamanla atlatacağımız bir süreç. İnsanlar hastalandıkça, antikor oluşturuyor. Bu da virüs ile savaşta önemli bir koz durumunda. Çünkü en azından belli bir dönem için tekrardan hasta olmamızı bu antikorlar engelliyor. Toplumda antikor arttıkça da hastalığı yenme oranımız artıyor. Bugün toplumumuzda ortalama %10-12 civarında antikor pozitifliği var. Yani kalan %88 hastalığa yakalanma ihtimali olan insanlardan oluşuyor. Bu durumda yapmamız gereken ilk olarak toplumun hastalığa yakalanma hızını düşürmek. Bu da şu an için korunma yöntemleri (Maske-Mesafe-Hijyen) ile mümkün olabiliyor. Tabi aşılama ile de toplumun antikor sayısını arttırmak mümkün. Bugünlerde yapılan çalışma da bunu kapsıyor. Hastalıkla sağlıklı bir şekilde mücadele edebilmek için toplumun %70’inde antikor oluşması gerekiyor. Bu açıdan büyük salgınlarda aşılamanın önemi çok büyüktür.

Aşılamanın önemine değinmişken, yine son günlerde aşıya karşı olduğunu söyleyen insanlar ile karşılaşıyoruz. Hatta bu anlamda komplo teorileri de ortaya atılıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Aşıları iki grup şeklinde düşünmek gerekiyor. Bir mevsimsel aşılar vardır, grip aşısı gibi, bunu insanlar reddedebilir. Bu bir tercih meselesidir. Bununla birlikte bir diğer aşı grubu ise çocukluk aşıları dediğimiz, kızamık, suçiçeği, hepatit, çocuk felci gibi aşılardır. Maalesef bu aşıları da reddeden aileler var. Hatta çocuğum aşı olmadı, bu yaşa geldi hala hasta olmadı şeklinde söylemleri bulunan insanlar var. Aslında o çocukların hasta olmamasının sebebi çevresindeki diğer çocukların aşı olmasıdır. Aşı olmayan çocuk virüse maruz kaldığı takdirde, hastalanacaktır. Geçmiş dönemde çocuk felci yaygındı. O dönem yürütülen aşı çalışmaları neticesinde bugün çocuk felci hastalığından bahsetmiyoruz. Ancak aşı yaptırmayan çocuk için çocuk felci riski bulunmaktadır. Bu aşıları reddetmek demek çocuklarımızı çok büyük bir riske atmak demektir. Özellikle bu tür aşıları reddeden insanları çok daha tehlikeli buluyorum. Gelecek neslimiz açısından risk taşımaktadırlar. Bu konuda önlem alınması gerektiğini düşünüyorum. Corona virüs konusu ise çok yeni olduğu için, aşısına temkinli yaklaşan insanlar mevcut. Zamanla, aşı yaptıran insanların sayısının artmasıyla, korkulacak bir şey olmadığının görülmesiyle birlikte bugün karşı olanlar bile aşı olmaya başlayacaktır. Ben aşıya gönüllü olanlardanım. İnaktif aşı olan Çin aşısını tercih ettim. Aslında bugün aşı olmalı mıyım olmamalı mıyım sorusundan ziyade, bu aşılar ne kadar etkili olacak, oluşacak antikorlar ne kadar sürede koruyacak bunu sormamız, bunu görmemiz gerekiyor.

Sizce normal yaşantımıza dönebilecek miyiz? Hayatımıza giren koruyucu önlemlerden ve özellikle maskeden kurtulabilecek miyiz?
Mayıs sonuna kadar koruyucu önlemlerin devam edeceği bir dönem geçireceğimizi düşünüyorum. Toplumda hastalığı geçirmiş insanlara ilaveten, aşılanan insanların artması ile birlikte salgının da yavaş yavaş sonuna doğru geleceğiz. Bu hemen olmayacaktır, bu bir süreç. Maske konusuna gelecek olursak da; hayatımızda maskenin tamamen çıkmayacağını düşünüyorum. Örneğin geçmiş yıllardan kalma alışkanlıkla Uzakdoğu ülkelerinde çok fazla maske takan insan bulunuyor. Ülkemizde de maske kullanmaya devam eden insanlar olacaktır. Yazın belki çok kullanılmayabilir ama özellikle kışın ve riskli alanlarda maskeli insanlar göreceğimizi düşünüyorum. Bir konuya değinmek istiyorum; maske mesafe ve hijyen ile birlikte bu yıl gribal enfeksiyonların görülme oranı inanılmaz bir düşüş sergiledi. İnsanlar bunu gördüler. Önümüzdeki yıllarda, özellikle gribal salgın dönemlerinde insanlar maske takacaktır. Hijyen zaten hayatımızda olması gereken bir durum ancak onun da aşırısına kaçmamak gerekiyor.

Bugünlerde karşımıza çıkan bir başka korkutucu konu ise virüslerin mutasyona uğraması. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Virüsler çoğaldıkça mutasyon geçirmeye başlar. Bu mutasyon bazen kötü olmakla birlikte çoğu zaman bizim için olumlu sonuç da yapabilir. Bu ne demektir, virüs uğradığı mutasyon ile birlikte gücünü kaybedebilir, hastalık yapma özellikleri ortadan kalkabilir. Tabi %100 bu şekilde olacak diyemeyiz ancak genel olarak virüslerin etkisi bu şekilde olmaktadır. Birden yok olmazlar. Covid-19’un da zamanla etkisini azaltıp bir mevsimsel hastalığa dönüşme ihtimalini oldukça yüksek görüyorum. Ama tabi bu bir iki günde olmayacaktır.

Geçmiş salgınlar bugünler için bir uyarı mıydı? Covid-19’dan ders çıkartıyor muyuz?
Aslında baktığımızda her salgın bir sonraki salgın için uyarı niteliğindedir. Salgının ortaya çıkışını engelleyemeyiz ancak bulaşı önleyebiliriz. Bu tip salgınlardan ders çıkarmalıyız. Mesela bu salgın sonunda büyük bir çalıştay yapılabilir. Neler doğru neler yanlış yapıldı? Bu soruların yanıtları aranabilir. Gelecekteki salgınlarda nasıl hareket edileceği, nasıl daha etkili mücadele edileceği belirlenebilir. Salgınlar aslında kazanımlar da sağlayabilirler. Örneğin; ülkemizde, geçmişte aşı çalışmaları yürütülmüş olsa da bugüne o aktarımın yapılmaması ile aşı çalışmalarına sıfırdan başlamış olduk. Yerli aşıyı ürettiğimiz takdirde, bir sonraki pandemi sürecinde daha tecrübeli olacağız. Bunun dışında birçok laboratuvarda yardımcı malzemeleri hep yurtdışından alıyorduk. Bu salgın ile birlikte birçok ürünü yurtdışından temin etme durumumuz ortadan kalktı. İhtiyaç üzerine firmalar yerli ürünler üretmeye başladı.

Peki hocam ilerleyen yıllarda Covid-19’dan daha kötü pandemi süreçleri ile karşılaşabilir miyiz? Gelecekte tehlike oluşturabilecek virüsler var mıdır?
Geçmişte nasıl pandemi süreçleri ile karşılaşmışsak, gelecekte de karşılaşmaya devam edeceğiz. Hatta geçmişte yaşadığımız virüslerin mutasyona uğraması ile gelecekte de karşımıza çıkması muhtemeldir. Örnek vermek gerekirse kuş gribi, kanatlı hayvanlara kolayca bulaşıyor ve ölümcül seyrediyor. Bulaştığı bir kümesteki tüm tavuklar bir gecede ölüyor. İnsana bulaşı ise insan solunum sisteminde uygun reseptör olmadığı için çok zordur. Ancak buna rağmen o dönemde ülkemizde 12 vaka görülmüş ve 4 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Yani ölüm oranı %30 gibi çok yüksek bir orandadır. İnsandaki reseptörlere uyum sağladığı takdirde, yani olası bir mutasyonda insana bulaşı kolaylaşırsa, bugünkünden çok daha ağır bir tablo ile karşı karşıya kalmamızı sağlayabilir. Bunun dışında Kırım Kongo Hemorajik Ateş virüsü, Ebola Virüsü, Lassa Ateşi, Marburg Hemorajik Ateş Virüsü gibi virüslerde gelecek için tehdit oluşturan virüsler arasında sayılabilir.

Son olarak Çin ile ortak bir TÜBİTAK projesi üzerinde çalışıyorsunuz. Projeniz ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Pandemi sürecinde özellikle bu süreç ile ilgili neler yapabileceğimiz üzerine birçok konuşmamız, görüşmemiz oldu. Projeler üzerinde durduk. Bu esnada Çinli bir araştırmacı ile temasımız oldu. Yapılan görüşmeler neticesinde de ortak bir proje geliştirdik. Projeyi, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ile Çin Ulusal Doğal Araştırma Vakfı (NSFC) arasındaki Bilimsel ve Teknolojik İşbirliği Protokolü çerçevesinde gerçekleştireceğiz. Proje ile Korona Virüse karşı Anti Viral ilaç geliştireceğiz. Bu ilaç tanısı konmuş hastaneye kaldırılmış bir hastanın tedavisi için kullanılacak, yüksek teknolojik bir ilaç olacak, protein bazlı bir ilaç olacak. Laboratuvarın hücre kültür şartlarını kullanarak virüsün hücre içerisine girişini engelleyen bir mekanizma üzerinde çalışacağız. Bu ilaç, virüsün yapı taşını bozacağı için de virüsü inaktif hale getirecek. Projenin Türkiye yürütücülüğünü ben üstleniyorum. Bunun dışında projede üniversitemizden, Prof. Dr. Murat Kasap, Dr. Öğr. Üyesi Emel Azak, Doç. Dr. Gürler Akpınar, Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Uzuner ve Asistan Mehmet Sarıhan yer alıyor. Projede ön çalışmalara başlamış olsak da, resmi olarak projenin başlama tarihini 8 Mart – Dünya Kadınlar Günü olarak belirledik. Proje ile şu an mevcut bulunan BSL2 laboratuvarımızın BSL3’e dönüşmesi gerekiyor. Bu dönüşümü, Rektörümüzün de destekleriyle kısa sürede yapacağımızı düşünüyorum. Bu projenin önümüzdeki dönemlerde yapılacak çok daha fazla sayıdaki uluslararası projeye de öncü olacağına inanıyorum.