Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. İrfan Kaya Ülger ile Türkiye'nin Dış Politikası, AB Müzakereleri Süreci ve Suriye sorununu konuştuk.
İrfan Hocam, ilk olarak bize kendinizden biraz bahseder misiniz? 1989 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdim. Bir süre Milli Savunma Bakanlığı'nın NATO Şubesi'nde uzman yardımcısı olarak çalıştıktan sonra 1991'de Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisansa başladım. Yüksek lisans tezinde Yugoslavya'nın dağılmasını inceledim. 1995 yılında Gazi Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak akademik hayatıma başladım. Avrupa Birliği'nin ortak dış ve güvenlik politikası konusunu incelediğim doktora tezimi de Ankara Üniversitesi'nde 2002 yılında tamamladım. 2003 yılından geldiğim Kocaeli Üniversitesi'nde, 2008 yılında doçent unvanını aldım. Halen İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı görevini yürütmekteyim.
Cumhuriyetin İlanından Günümüze Türkiye Dış Politikası Nasıl Gelişti? Türkiye'nin dış politikasına bir bütün olarak bakmak gerekiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu zamana kadar yaklaşık 92 yıllık bir süre geçti. Bu 92 yıl içerisinde Türkiye'nin dış politikası temelde statükocu bir çerçeve izledi. Yani var olanı koruma, sınırları muhafaza etme, ulusal gücünü aşan maceralara girmeme şeklindeydi. Bununla birlikte o dönemler Türkiye'nin dış politikasını batıcı bir politika bakışı oluşturuyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından Atatürk, batılı anlamda reformlar yaptı. 2. Dünya savaşından sonra da Türkiye batı içerisinde yer alma çabasına girişti. Batı merkezli siyasi işbirliği teşkilatı olan Avrupa Konseyi'ne Türkiye hemen kurulduktan sonra dahil oldu. Ayrıca batı merkezli savunma teşkilatı olan NATO'ya kurulduktan 3 sene sonra 1952'de katıldı. Batı merkezli ekonomik işbirliği teşkilatı olarak da karşımızda iki tane örgüt vardı. Bir tanesi İngilizlerin başını çektiği Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA) öteki de Almanya ve Fransa'nın öncülüğünde kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET). Türkiye aslında İngiltere'nin öncülüğünde kurulan EFTA'ya katılmak istiyordu fakat Yunanistan faktörü nedeniyle Türkiye başvurusunu AET'ye yaptı. Batıda yer almayı, batı merkezli uluslararası örgütlere dahil olma şeklinde algılayan Türkiye, batının bir parçası olduğunu düşündü. Soğuk savaş yıllarında ülke olarak ufak tefek sorunlar yaşasak da batıcı yönümüzde fazla bir değişiklik olmadı.
Türkiye'nin batı ile olan ilişkilerinin sorguladığı bazı dönemler ise, bunlardan bir tanesi 1964'de Kıbrıs'a garantör devlet olarak Türkiye'nin müdahalesi söz konusu olduğunda gündeme geldi. ABD'nin o dönemdeki Başkanı Lyndon B. Johnson mektup göndererek Türkiye'nin, Kıbrıs'a müdahale etmesini engelledi. Türkiye'nin ikinci defa batı bağlantısını sorguladığı olay 1974'de yapılan müdahaledir. Bu müdahaleden sonra hem Arap dünyası hem Sovyet bloğu hem Batı bloğu, adeta tüm dünya bize karşı bir tavır aldı. ABD 4 yıl süreyle ambargo koydu ve Türkiye dış politikasında batı bağlantısını sorgulamaya başladı. Yani 64'de başlayan bu süreç 74'de tamamen kapsamlı bir sorgulamaya doğru dönüştü ve batının aslında bizim öngördüğümüzden farklı olduğunu anlamaya başladık.
Bu tarihten sonra Türkiye dış politikasını, dış ilişkilerini çeşitlendirmeye başladı. İslam Konferansı Teşkilatı'na 70'li yılların ortalarında üye oldu. 1980 yılında bu teşkilatın önemli bir komitesinin başkanlığına Türkiye getirildi. Sovyet bloğu dağıldıktan sonra Türkiye Orta Asya Türk cumhuriyetleri, Kafkasya'nın güneyindeki ülkeler ile ilişkilerini sıkılaştırmaya çalıştı. Son dönemde de Türkiye, Ortadoğu, Afrika ve hatta Latin Amerika'ya yaklaştı. Burada temsilcilikler, elçilikler, konsolosluklar açtı.
Türkiye bu süreçte sosyo-ekonomik gelişimini yükseltti. Geçmiş dönemlerde az gelişmiş ülkelerin üst grubundayken, bugün temel göstergeler itibari ile ileri ülkeler seviyesine neredeyse geldi. Dünyanın 17. büyük ekonomisiyiz. Gelir dağılımı bozukluğu, bir takım sorunların olmasına rağmen, sosyo-ekonomik durumumuz Avrupa'daki ülkelere kimi alanda yaklaşmış durumda. Tabiki bu sürecin dış politikaya yansımaları oldu. Türkiye artık çok boyutlu bir dış politika izliyor. Sadece batıya müteveccih dış politika izlemekten uzaklaştı. Artık ulusal çıkarları neyi gerektiriyorsa o yönde hareket ediyor.
Avrupa Birliği Süreci ve Gelinen Son Noktada Türkiye nerede bulunuyor? Avrupa Birliği ile Türkiye arasında ilişkilerin temeli 1959 yılına kadar gidiyor. 2005'den beri Avrupa ile Türkiye hukuken müzakere yapıyor ama fiilen aslında müzakereler durmuş durumda. Türkiye'nin aslında AB kadar yoğun çalıştığı bir başka planı da yok. Zaman zaman değişik platformlarda gündeme getirilen alternatif planlar konusu açılsa da, bunların projeden öteye geçemeyeceğini görüyoruz. Örnek vermek gerekirse, Avrasya Birliği kurulsun, Türkiye batıdan dışlanıyor Avrasya'nın içinde yer alsın deniliyor veya İslam milletlerinin lideri olsun deniliyor, bir başka düşüncede ise Türkiye'nin öncülüğünde Türk Birliği oluşturulsun deniliyor. Bunlar düşünce olarak güzel olsa da pratik hayatta bunları hayata geçirmek zor. Çünkü bu alanlara yönelik alt yapısal ya da insani yönlü bir girişim olmadığını görüyoruz. Oysaki AB sürecine baktığımızda Türkiye'nin çok ciddi çalışmalarının yanı sıra, bakanlıklarda Avrupa Birliği daireleri, belediyelerde Avrupa Birliği ofisleri kurduğunu görüyoruz. Her ne kadar AB ilişkilerinde sorun yaşanmış olsa da AB mevzuatına uyum devam ediyor. AB'nin bizden talep ettiklerini, yasal değişiklikler yapmak suretiyle uygulamaya koyuyoruz.
Aslında Avrupa Birliği'ne başvuru sürecini toplumsal olarak ele alacak olursak, toplumun uzunca bir süre AB'ye ilgisiz kaldığını görüyoruz. Sokaktaki, kıraathanedeki insanın gündemine AB'nin gelmesi Gümrük Birliği ile oluyor. 1995'de Türkiye, AB Gümrük Birliği'ni tesis etti. Gümrük Birliği aynı zamanda mevzuat uyumunu da beraberinde getirdi. Bu dönemden sonra malların dolaşımına ilişkin konularda AB mevzuatına uyma süreci başladı ve halk AB konusunda bilgilenmeye başladı. AB'ye ilgi arttı. Artış 2006'ya kadar yükselerek devam etti. 2006'da Kıbrıs Rumları, Sarkozy ve Merkel yönetimlerinin siyasi kararı ile müzakerelerin daha ileri aşamaya hızlıca gitmesi engellendi.
O döneme kadar yürütülen AB ile ilişkiler Türkiye'yi olumlu yönde etkiledi. Bir örnek vermek gerekirse, AB Gümrük Birliği'nin tesisine kadar Türkiye'ye gelen yıllık yabancı sermaye miktarı 1 milyar $ civarında iken, Gümrük Birliği'nden sonra bunun hızla yükseldiğini görüyoruz. Tam üyelik müzakerelerinin başlamasından sonra olağanüstü ölçüde yabancı yatırımların arttığını görüyoruz. Biz artık ürettiğimiz sanayi ürünlerinin üzerine TSE damgası yerine Avrupa ve tüm dünyanın kabul ettiği Avrupa damgası olan CE damgasını koymaya başladık. Bunun sonucunda da Türkiye'deki sanayi ürünleri hem Avrupa pazarına hem de dünyanın her tarafına rahatlıkla ulaşmaya başladı. Bu Türkiye'deki ihracatı arttırdı. Bugün 1 ayda yaptığımız ihracat miktarını geçmiş dönemde 1 yıllık sürede elde edemediğimizi düşünürsek, AB ilişkilerinin Türkiye'ye olan olumlu etkisini de görmüş oluyoruz. Türkiye'nin, temel hak ve özgürlüklerde, devlet yapılanmasında, demokraside, azınlık haklarında mesafe kat etmesinde, kendi potansiyelimizi keşfetmemizde etkili olan unsurun, AB ile olan müzakere süreci olduğunu görüyoruz. Kendi görüşümü dile getirecek olursam, bundan sonrası için tam üyelik müzakerelerinden bir netice çıkmış ya da çıkmamış artık ehemmiyet taşımıyor. AB dışında kalırsak da çok fazla bir kaybımız olmayacağını düşünüyorum. Dışarda kalmak dünyanın sonu değil hatta daha yararlı bile olabilir çünkü hareket kabiliyetiniz dışarda kaldığınızda genişliyor. AB içerisindeyken uluslararası konularda onlar ile hareket etmeniz gerekiyor. Oysaki AB dışında iken daha bağımsız daha esnek hareket etme şansınız var.
AB, siyasi irade noksanlığını ve ön yargılarını aşabilirse Türkiye ile süreci hızlandırabilir ve Türkiye'yi 1,5-2 yıl içerisinde AB'ye kabul edebilirler. Aslında pek çok konuda hazır durumdayız. Bulgaristan, Romanya, Estonya, Letonya, Litvanya gibi sonradan AB'ye dahil olmuş ülkelere baktığımızda, onların da dört dörtlük olmadığını, tüm yükümlülüklerini yerine getirmeden birliğe kabul edildiklerini görüyoruz. Ancak şu aşamada Türkiye'nin AB'ye kabul edilmesi ya da edilmemesinin arasında çok fark olacağını düşünmüyorum. AB süreci bizim ön güvenimizin ortaya çıkması açısından önemliydi. Bu konuda önemli bir rolü bulunmaktaydı. Hatta AB dışında olmamızın Türkiye'ye daha faydalı olacağını düşünüyorum. Türkiye'nin AB dışında kalması İslam dünyası, Türk dünyası için daha olumlu olacaktır.
Türkiye G20 içerisinde bulunan bir ülke. Bu yıl ilk kez G20 zirvesi Türkiye'de yapıldı. Bu zirvenin ülkemizde yapılmasının kazanımları nelerdir? G20'nin Antalya'da yapılmış olması, Türkiye'nin artık birinci sınıf ülke kategorisinde olduğunun kanıtı anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Türkiye'nin zaten G20'de yer alması bile dünyanın önde gelen ekonomileri, önde gelen aktörleri arasında yer aldığımızı gösteriyor. Bundan sonrası için de dünyanın Türkiye'ye bakışı anlamında olumlu işaretler taşıyor. Ayrıca artık dünya, Türkiye'nin çok bölgeli bir ülke olduğunu, hem bir Avrupa ülkesi, hem bir Akdeniz ülkesi, hem bir Karadeniz ülkesi, İslam dünyasının ve Türk dünyasının bir parçası olduğunu kabul etti. Yani tüm bu boyutları ile Türkiye'nin sadece Türkiye olmadığı, bugüne kadar görünenin sadece buz dağının su üstünde kalan kısmı olduğu dünya tarafından tescil edildi. Antalya'da yapılan G20 zirvesinde ortaya çıkan tablo da ise, gelişmiş ülkelerin Türkiye'nin ekonomik kalkınmasını ve potansiyelini takdir ettiğini görüyoruz.
G20 zirvesinde alınan kararlardan belki de en ön plana çıkanı Suriye ile ilgili olanlardı. Önümüzdeki günlerde Suriye'yi neler bekliyor? Türkiye, günün birinde Suriye'nin geleceği konusunda karar vericilerin oluşturduğu masada yer alacaktır. Arap baharının Suriye üzerindeki etkisi, oradaki rejimin halk üzerinde tesis ettiği baskılar Suriye'yi 2011'den beri olağanüstü ölçüde tehlikeli bir sürece yönlendirmiş durumda. Şuanda Suriye toprakları üzerinde hakimiyet tesis edemeyen ama buna rağmen halkına şiddet uygulayan bir rejim var. Türkiye ise en başından beri Suriye'de yaşayan herkesin temsil edildiği bir yapı kurulmasını istiyor. Fakat uluslararası topluma kabul ettirilmesinde bir takım sorunlar yaşanıyor. Antalya'daki mutabakat belli bir geçiş dönemi tesis edilmesini, sonra seçimler yapılmasını, seçimlerin ardından Suriye'nin geleceği konusunun daha kapsamlı olarak ele alınmasını öngörüyor. Antalya'daki görüşmeleri, Rusya'nın, İran'ın savunduğu görüşlerle, batının, Türkiye'nin savunduğu görüşlerin ortak bir platformda uzlaştırma çabası olarak okuyabiliriz. G20 sonunda genel bir çerçeve çizildi. Fakat uygulama aşamasında mutlaka sorunlar çıkacaktır. Çözüme kavuşturulma konusunda büyük aktörler arasında görüş birliğinin tam olarak sağlandığını söyleyemeyiz. Rusya'nın bakış açısı ile ABD'nin bölgeye ve Suriye'ye bakış açısı farklılık gösteriyor. Bunların uzlaştırılması hiç de kolay değil. G20 zirvesi sonucunda kabul edilen mutabakat ile bölgedeki DAEŞ örgütü ile kollektif bir mücadele edilmesi kararı alındı. Onun ötesinde çok net olmayan ifadelerle Suriye'de bu çatışmaları durduracak demokratik seçimlere gidilmesi yönünde fikirler beyan edilse dahi, bu konularda sorun çıkacağını düşünüyorum. DAEŞ ile mücadele de mutabık sağlanmış olsa bile, bunun nasıl yapılması gerektiği konusunda büyük aktörler arasında fikir ayrılıkları var. Yani bu mesele daha birkaç yıl konuşulacaktır. Akşamdan sabaha Suriye'deki krizin sona ereceğini düşünmek çok gerçekçi gözükmüyor. Türkiye olarak da bu bölgede yaşayan insanların sıkıntılarını, insani yardımlarımızla olağanüstü ölçüde göğüslemeye çalıştık. Bu sorunların daha fazla yayılmaması adına çaba göstermeye devam edeceğiz.
Suriye sorunu beraberinde mülteci sorununu da getirdi. Özellikle mülteci akını ile Avrupa'yı da etkileyen bir soruna dönüştü. Avrupa, mülteci sorununa nasıl yaklaşıyor? Suriye'de yaşanan olaydan en büyük zararı en başta Türkiye olmak üzere Irak, Lübnan, Ürdün gibi komşuları görüyor. Suriye'deki olayların batıya yansıması ise mülteci dalgası ile oldu. Yani mülteci dalgası batıya intikal ettikten sonra mesele ile yakından ilgilenmeye başladılar. Aslında Avrupa'nın bu soruna olan temel bakış açıları mümkün olduğu kadar mülteciler bizi rahatsız etmesin, uzakta tutulsunlar şeklinde. Soruna adil kapsamlı bir çözüm bulunması konusunda olağanüstü bir gayret içerisinde olduklarını düşünmüyorum. Türkiye kadar meseleye angaje değiller. Sadece mülteci sorununun kendilerine en az zarar verecek şekilde atlatılmasına yoğunlaşıyorlar. Mülteci meselesinde Avrupa, insani perspektiften bakmıyor. Bugüne kadar toplam Avrupa'nın kabul ettiği Suriye, Afgan kökenli mülteci sayısı 200 bin, Türkiye'deki rakamın 10'da biri bile değil. Avrupa'nın devasa imkanları olmasına rağmen bu meselede maalesef etnosentirik bakıyorlar. Yani yabancılara karşı bir ayrımcı uygulama içerisindeler. Gerek Avrupa'da geçmişten beri süre gelen yabancılara karşı olan olumsuz bakış açısı, gerekse Paris saldırıları sonucu kamuoyunda oluşturulan algı, mültecilerin Avrupa'ya intikalini zorlaştırıyor. Bu nedenle de AB adına Almanya Şansölyesi Merkel'in Türkiye ziyaretinde söylediği gibi, mültecilerin Türkiye ve çevre bölgelerde kalmasını, bunun karşılığında da ekonomik destek vereceklerini beyan ediyorlar. Hatta bu durumun Türkiye açısından başka bir yönü daha bulunuyor. Yakın zamanda açılacak olan AB 17. müzakere başlığı konusunda, mülteci sorununda yapacağı işbirliği ile Avrupa'nın Türkiye'ye karşı daha iyimser yaklaşacağı öngörülüyor.
Rusya için Suriye neden bu kadar önemli? Rusya'nın bölgede bulunmasının sebebi nedir? Rusya'nın Suriye'de askeri üsleri bulunuyor. Suriye'deki rejim, toprakları üzerindeki hakimiyeti büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Suriye'deki Baas rejimi şu anda 5'de 1 i diyebileceğimiz bir bölgeyi kontrol ediyor. Rusya, Akdeniz kıyısında bir Nuseyri Cumhuriyeti yani Baas rejiminin kontrolünde (Suriye'de bir azınlık grup olan Nusayri'nin kontrolünde) bir devlet kurulmasını öngörüyor. Kurulacak o devlet içerisinde de 2 üssünü daimi olarak orada bulundurmak istiyor. Rusya'nın aslında bakış açısı Akdeniz'deki varlığını korumak. DAEŞ ile mücadele bunun içerisinde ikinci derecede ehemmiyet taşıyor. Yani Rusya'nın temel perspektifi, Suriye'de kendi çıkarlarını korumaktan, oradaki üssünü garanti altında tutmaktan oluşuyor.
Türkiye-Rusya arasında yaşanan soruna değinecek olursak. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Rusya, Suriye'de ulusal çıkarlarımızla bağdaşmayan faaliyetler gösteriyor. Hava sahamızın ihlal edilmiş olması sebebiyle, hukuki bakımdan haklı olduğumuz bir argüman bize verildi, bizde bunu kullandık. Türkiye bunu yapmak zorundaydı, yapmamış olsaydı kararlı tutumunu gösterememiş olurdu. Türkiye'nin çıkarları böyle bir hareket yapılmasını gerekli kıldı. Buradan olağan üstü bir sonuç çıkacağını da düşünmüyorum. 1-2 gündür 3. Dünya savaşının başladığı yönünde abartılı yorumlar da okuyoruz. Bu tıpkı 1 Mart 2003'deki Irak'a müdahale öncesinde ABD askerlerinin Türkiye'de konuşlandırılmasını içeren teskerenin meclis tarafından kabul edilmemesi dönemindeki gibi bir etki ortaya çıkarır. Yani o tarihte teskerenin kabul edilmemesi ile ABD ile ilişkiler bir süre sekteye uğramış 5-6 aylık bir süreç sonunda tekrar normalleşmişti. Burada da benzer bir olayın olacağını düşünüyorum. Tabiki Rusya tarafından bakıldığında da zor bir durum. O sebeple birkaç ay çeşitli açıklamalar yapılabilir. Önceden yapılmış bazı taahhütlerin iptal edildiği söylenebilir ama sonra tıpkı 1 Mart teskeresinde olduğu gibi Rusya ile ilişkilerin de normalleşeceğini düşünüyorum.
Rus yetkililerinin ekim ayı içerisinde ihlaller ve angajman kuralları hakkında defalarca uyarıldığı biliniyor. Buna rağmen bu olay neden meydana geldi? Rusya aslında bu konularda aşırı hassasiyet gösteren bir ülke değil. Tüm komşularının hava sahasını sınırlı ölçüde de olsa itina göstermeden ihlal edebilen bir ülke konumunda. Önce bir kaza olduğunu söylüyor sonra karşı taraf tepki vermezse ihlalin boyutlarını genişletiyor. Türkiye 2012 yılında değiştirdiği angajman kuralları çerçevesinde Rusya'yı uyardı. Eğer biz tepki vermemiş olsaydık bu ihlalin boyutları gün geçtikçe genişleyecekti. Böyle bir tehlike vardı. Türkiye'nin bu konuda doğru yaptığını düşünüyorum. Ayrıca müdahale sonrası Türk tarafından da krizi büyütmemek adına ılımlı açıklamalar geldi. Çünkü karşınızda rasyonel bir devlet, bir lider yok. Prestij politikası izleyen bir devlet var.
Burada hukuki bakımdan haklıyız. O bizim elimizi güçlendiriyor. Rusya'nın da eli kolu bağlı, çünkü Türkiye 28 üyeli NATO ittifakının bir parçası. Öte yandan 2 yıldır uğraştığı Kırım meselesi yüzünden iktisadi anlamla sıkışmış vaziyette. Bunun faturasını ağır biçimde ödemeye devam ediyor. Tüm Avrupa ülkeleri Rusya'ya 2 yıldır ekonomik ambargo uyguluyorlar. Rusya en çoğu Türkiye'den olmak üzere diğer ülkelerden ihtiyaçlarını tedarik etmeye devam ediyor. Buna rağmen Rusya, Türkiye kökenli ürünlere ambargo da koyabilir.
Uçağın bedelinin ödenmesi ve özür dilenmesi şartıyla bu meselesi kapatmaya hazırız diyen Rusya'nın şartlarını Türkiye'nin kabul edeceğini ve özür dileyeceğini düşünmüyorum. Bu şekilde ileri sürülen talepler Türkiye'nin izlediği politika ile çelişmesi anlamına gelir. Bu daha uzun vadede kapanacak bir sıkıntı. İki ülke arasındaki sorunun birden normalleşmesini beklemek pek rasyonel gözükmüyor. 1 yıl sonra bunların aşılabileceğini umuyorum. Tüm devletler ulusal çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Ben Türkiye'nin burada aşırı fevri hareket ettiği kanaatinde değilim. Ulusal çıkarları öyle gerektirdiği için bu eylemi yapmak zorunda kaldı.